30 Aralık 2013 Pazartesi

Çin malları ve tüketici

TÜKETİCİNİN KORUNMASI
Ülkemizde Tüketicinin Korunması, Türkiye’de Üretilen Malın Kullanımı, Tüketimden Gelen Gücümüz konularında Türk-İş Teşkilatlanma ve Tüketici Sorunları Uzmanı Sinan Vargı ile konuştuk.
Sn.Vargı, ülkemizde tüketicinin korunması konusunda yapılan çalışmalar sizce gelişmiş ülkeler seviyesine erişti mi.?
Türk ekonomisi için her zaman zararlı olduğunu yıllar önce de söylediğimiz gibi Gümrük Birliği’ne girmenin ülkeye tek faydası şu aşamada bizim yasal mevzuatımızın Avrupa Birliği ile uyumlaştırılması sürecedir. Tüketicinin Korunması Kanunu, Rekabet Kanunu gibi yasal düzenlemeler hep AB ve Gümrük Birliği sayesinde Türk Hükümetlerinin “çeyizi” olarak hazırlanmıştır. 4077 Sayılı Tüketicinin Korunması hakkında kanun bu kapsamda hazırlanmıştır. Türk-İş, 1980’lerden beri Hükümet zirvelerinde bu kanunun çıkartılmasını istemiştir. Hazırlanma sürecinde ve bu kanunla kurulan kurullarda da Türk-İş görev almıştır. Tüketici Konseyi ve aldatıcı reklamlara karşı tüketiciyi koruyan Reklam Kurulunda da görev yapılmıştır.
Tüketicinin Korunması konusundaki gelişmiş mevzuat açısından Türkiye bana göre dünyanın birinci ülkesidir. Bu konuda hangi siyasi iktidar döneminde olursa olsun Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın katkısı çok büyüktür. Yaklaşık on, on iki yıldır bu konuda yetişmiş uzman kadroları ile mevzuatın ve uygulamanın en iyi şekilde yerleştirilmesi için geceli gündüzlü çalışmalar yapmaya halen devam etmektedirler. Mevzuatın bu derece de gelişmişliğine rağmen uygulama konusunda ne yazık ki aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Uygulama ancak tüketicinin bilinçlenmesi ve hakkını yasal dayanakları da ortaya koyarak araması ile gerçekleşecektir. Bu ise başta yazılı ve görsel medyanın kendisini ticari firma gibi görmeyip, ticari firmaların reklam şantajlarını da görmezden gelerek tüketiciyi bilinçlendirmeleri ile mümkün olacaktır. Televizyonlarda daha fazla sayıda tüketicinin korunması programının yayınlanması için mevzuat olmasına rağmen ne yazık ki bu tür programlara medyanın ağırlık verdiğini söylenemez.
Başta Türk-İş olmak üzere, bağlı sendikalarımız tüketicinin eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi konusunda üzerine düşen görevleri hem toplumu aydınlatmak hem de kendi üyelerini birer tüketici olarak korumak amacıyla çalışmalarını ve yayın-seminer faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Sn. Vargı, Geçtiğimiz yıl özellikle kredi kartları konusunda büyük bir kriz yaşandı. Yeni yasal ve idari düzenlemeler yapıldı. Ancak halen tüketicilerin kredi kartı kullanımı konusunda yeterli bir bilince ulaştığı görülmüyor. Bunun nedenleri sizce nedir.
Tüket ve tükettikçe mutlu ol. Yeniden mutlu olmak için yeniden tüketmek gerekiyor. İnsanlar bir bakıma kendilerine bir hediye alarak mutlu olmak için tüketime şartlandırılıyor.  Yurt dışında  tüketim hastalığını ortadan kaldırmak için ise artık insanlara sakinleştirici veriliyor. Bizim ülkemizde de böyle bir durum söz konusu. Bunun başlıca nedeni aşırı tüketim alışkanlığıdır. Bakın eskiden marketlere yalnızca  alış veriş için gidilirdi. Sineması, restoranı ile bir bütün olarak hafta sonlarında ailece gezilecek yerlerin başında geliyorlar. Alış veriş yapacak parası olmayan bütçesi kısıtlı olan insanlar bile yalnızca vitrinlere bakmak amacıyla  ancak bir bankanın yalvara yakara pazarladığı kredi kartını cebine koyan gerçekten ihtiyacı olmayan bir malı satın alarak kendini mutlu ediyor. Bir yabancı yazar bunlara yeni tüketim mabetleri adını veriyor. Bunun da nedeni günde beş saat televizyon izleyen tüketicinin yaklaşık bir saatini reklam bombardımanı altında geçirmesidir. RTÜK mevzuatına göre reklamların yayın süresi, iki reklam kuşağı arasındaki süre belli olmasına rağmen RTÜK ve medya ilişkilerindeki müdahaleci tavrın ortadan kaldırılmak istenmesi de mevzuatın ne yazık ki yeterince uygulanmamasına yol açıyor. Kredi kartını alıp cebine koyup, alışverişi kredi kartı ile bilinçli bir şekilde yapıp, gelecek ay içinde de faiz yemeden borcunu ödeyen banka müşterisini de aslında bankalar sevmiyorlar. İlle de bir gecikme olacak ki banka para kazansın. Banka bu anlamda sizin köşeye sıkışmanız için fırsat kollayacak. Yoksa siz bilinçli bir tüketim yapıp borcunuzu zamanında ödediğinizde banka sizden beklediği karı elde edemiyor. Bu yüzden de kredi kartını tüketim mabetlerinde, reklamların hayal dünyası içinde kullandığınız zaman, geliriniz ile giderinizi tutturamadığımız zaman tehlike çanları çalıyor demektir. Bir başka bankadan borç alıp diğerinin borcunu kapatmak işine kalkışıldığında da insanın durup bir kendini sorgulaması gerekiyor.
Tabii bankalarda halen hiç masum değil. Ticari ve tüketici borç faizlerin düştüğü günümüz ekonomisinde kredi kartı faizlerinin yasal mevzuatlara rağmen aşırı kalması haklı olarak “bankalar söz dinlemiyorlar” polemiklerine yol açıyor.
Bu durumda hatalının tam anlamı ile bankalar olduğunu da söyleyemiyorum. Ne yazık ki, bilinçsiz tüketim yapan kredi kartını sihirli değnek gibi gören ve ödeme emri  geldiğinde de kara kara düşünen tüketicilerin de artık bilinçlenmesi gerekli. Kredi kartını akılcı kullanıp, ekmeğinden, beyaz eşyasına kadar aldığı tüm ürünlerin akşam toplamını yapan ve ben ne kadar ay sonunda borç ödeyeceğim diye hesabını yapan  bana göre kazanır. Aksi takdirde bir hocamızın dediği gibi “borcunu ödemediği için intihar edenin arkasından banka üzülmez de borcunu kefilden almaya bakar” hesabını da iyi yapmak gerekli..
Sn.Vargı, Türk-İş Dergisinin geçen sayısında Çin Malları ile ilgili bir makaleniz yayınlandı. Türkiye’ye her geçen gün giderek daha fazla sayıda ve çeşitte Çin Malı giriyor. Bu yerli sanayimizi de olumsuz etkiliyor, bu konuda tüketiciler ne yapmalıdır.
made_in-china-706811Türkiye’ye giren Çin malları gerçekten bir çok üretim sektörümüzü yakından   etkiledi. Oyuncak sektöründe yüzde 95’lere vardı. Elektrikli cihazlarda bu oran yüzde 60’a, kırtasiye sektöründe ise yüzde 45’e kadar çıktı. Toplam olarak 30 değişik üretim sektörü Çin mallarının baskısı altında. Tabii hem Türk-İş Teşkilatlanma Uzmanı hem de tüketicinin korunması uzmanı gibi iki değişik alanda görevi sürdürdüğüm düşünüldüğünde bunun istihdam alanındaki etkisini de görmek gerektiğine inanıyorum. Bu sektörler krize girdiğinde işten çıkarmalar, işsizlik, yoksulluğun artacağı da görülebiliyor.
Tüketici açısından durum bir deneme-yanılma sürecidir. Çin mallarını ucuz olduğu gerekçesiyle alacak, kalitesinin genellikle düşük olduğunu görecek ve bir dahaki alımlarında fiyat ve kalite ikilisine daha fazla önem vererek tüketici tercihi yapacaktır. Ama tüketiciye şu anda Çin malı alma, Çin malı tüketme gibi bir ifade kullanırken, ona bir gün sende bu malları satın aldığın için işini kaybedebilirsin öğüdünü de mantıklı bir şekilde vermek gerekiyor.. Amerika’da New York Metrosunda şöyle bir ilan görmüştüm.“Bugün Japon malı araba satın alıyorsan, yarın git işini Tokya’da ara”. İşte Türk Tüketicisine Yerli Malı kullan, Türkiye’de üretilen malı kullan dememizin nedeni bu.
Tabii bu sorunu yalnızca tüketiciye bu tür öğütler vererek aşmak mümkün değil. Bu sorunu yalnızca görmezden gelmek demektir. Çin bu başarıyı nasıl yakalamıştır. Bunu görmek gerekli. Yabancı sermaye yatırımlarının belirli bir süre vergiden muaf tutulması veya elektriğin daha ucuz sanayiye verilmesi gibi önlemler ile, sanayinin kurulacağı arazinin devlet tarafından kiralanması gibi bir çok yeniliğin bizim tarafımızda da verilmesi gerekmektedir. Türkiye şimdi bunun tam tersini yapıyor. Özelleştirmeler ile ülkenin en iyi yatırımları parasının kaynağının ne olduğu bile bilinmeden çok uluslu konsorsiyumlara adeta peşkeş çekiliyor. Türkiye giderek bu alanda bir pazar haline geliyor. Tarımdan destek çekildiği için Türkiye artık kendi üretebileceği bir çok tarımsal ürünü dışarıdan para vererek satın almak durumunda. Elmayı, armudu, buğdayı, tütünü dışarıya para ödeyerek satın alacağımızı çok değil 1970’lerde bize söyleselerdi inanır mıydık?
Bunu işte küreselleşme budur diyerek bize hatırlatanlar, küreselleşmeciliği savunanlara verilecek en iyi cevap ise şudur. Bu sistemin savuculuğunu yapanlar yani küresel serbest piyasa ekonomisi savunucuları kendi işlerine gelmediğinde bunu ne yazık ki uygulamıyorlar. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, kendi ülke sanayisini korumak, kendi çalışanını korumak için tedbirler alıyor. Kendi otomotiv sektörünü koruyucu tedbirler alıyor, kendi bilgi işlem yazılım elemanlarını korumak için “önce Amerikalı istihdamı”şeklinde politikalar üretiyor.
Çin mallarından veya yakın bir gelecekte Çin gibi bir çok ülkeden gelecek ucuz ürünlerin Türkiye’yi istila etmesini önlemek de yetmiyor. Türkiye’nin dış alım kalemleri içinde en fazla yer tutanlardan bir grupta yabancı otomobil ve lüks tüketim mallarıdır. Her iki mal grubunun da Türkiye’ye girişini önleyici tedbirleri almak hükümetin görevi olmalıdır. Tabii bu konuda da hükümetlere destek vermek, başta işçi sendikaları, memur sendikaları, sanayi ve ticaret odaları ile sivil toplum örgütlerinin görevidir. Ama hükümetler bu konuda altına imza attıkları uluslar arası ticari anlaşmalar nedeni ile elleri kolları bağlı durumda olduklarında da sanayicisi, tüccarı, işçisi, memuru, tüketicisi bu tedbirleri bir şekilde ortaklaşa alarak kendi öz sanayilerini korumak zorundadırlar.
Çin malları bir dönemdir. Belki geçer ama geçene kadar da bir çok sektörü etkiler. Türkiye’nin bundan bir ders alması gerektiğine inanıyorum. Çin dünyada IMF politikaları dinlemeyerek gelişmeyi başarmış bir ülkedir. İki büyük küresel krizi başarı ile atlatmış, istihdam yaratan uluslar arası yabancı sermayeyi ülkesine davet ederek ihracat imkanlarını zorlamıştır.
Türkiye’de mevcut hükümete yöneltilen en büyük eleştirilerden biriside işsizliğin halen artmakta olduğudur. İşsizliği ortadan kaldırmak veya artmasını engellemek için Çin malları konusunda yasal tedbirlerin yanı sıra, yerli sanayiciye daha fazla imkan tanımak, yabancı yatırımları ülkeye çekebilmek için ise daha etkili politikalar geliştirmek zorundayız. Yoksa şu anda tüketiciye dönüp Çin malı satın almayın demek yeterli gelmeyecektir. Çin malları konusunda tedbir isteyenlere de şunu sormak lazım. Herkes kendi içinde bir hesaplaşmayı yapmak zorunda. Bir milyona Çin malı satanlar bunu da Ticaret Odalarına kayıtlı bir ithalatçıdan alıyorlar. Şimdi tüketiciye dönüp de Çin malı satın almayın demek ne derecede geçerli. Zaten o tür mağazalarda da tamamı mallar Çin malı değil. Benim gördüğüm kadarı ile yüzde yetmişi Türkiye’de yapılan mallar.Kalitelerinden feda edilmiş basit markalar ama bir çoğu da Türk malı.
Ama bunların dışında gerçekten de ülkeye giren mal 7 milyar dolara ulaştı ise bunun tedbirini baştan almak lazım. Saraciye, oyuncak, gözlük, ev aletleri, elektronik gibi bir çok eşya da yerli sanayi etkileniyor. Devlet hacı adaylarına dağıttığı çantayı iki üç yıldır Çin’den satın alıyorsa devletin de kendisini sorgulaması lazım.
Şu anda kaçak girişler engellenmiş durumda. Ama ucuz mal bir şekilde yine yolunu bulup giriyorsa bu deliklerin de kapanması lazım. Ama en önemlisi sanayicinin elektriğini vergisini ucuzlatarak daha fazla ucuz üretime yönelmesini sağlayacak tedbirlerin bir an önce alınması gerektiğine inanıyorum.
Sn Vargı, bu soruya bağlantılı olarak Yerli malı kullanımı veya Türkiye’de üretilen mal gibi kavram var. Önce bu kavramları da açarak yerli malı kullanımı konusunda geçen ay gazetelerde yayınlanan araştırmanızdan da söz eder misiniz?
Türkiye’de bugün bir çok yabancı yatırım var. Bunlar yerli ortaklarla genellikle kendi markalarını üretiyorlar. Bu işletmeler Türkiye’de bizim işçimizi, mühendisimizi, teknisyenimizi istihdam ediyorlar. Bizim hammaddemizi kullanıyorlar, ülkemize vergi ödüyorlar ve ülke ekonomisine büyük katkıları oluyor. İşte yalnızca yerli malı demeyip kavramın kapsamını bu şekilde genişletmek gerekiyor. Türkiye’de üretilen mal denildiğinde yerli ve yabancı tüm yatırımcıların bizim ülkemizde ürettiği mallar anlaşılmalıdır. Ancak burada tabii önemli bir istisna var.. O da bizim ülkemizin hammaddelerinin de kullanılması konusudur. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, yabancı tütünü alıp burada işleyen, benim ülkemde tütüncülüğü yok eden, yabancı sigara firmalarının burada bu kapsamda değerlendirilmesi yanlıştır. Bunun yanlış olduğunu söylemem de bazı kesimler tarafından maksatlı olarak yorumlanabilir. Ama ülke ekonomisine katkısından çok daha fazla tütüncülüğe, tarıma, sağlığa zarar veren ve elde ettiği parayı tamamen dışarı aktaran bir başka yatırım daha yapmayan firmaları biz ve tüketici dernekleri bu kapsamda değerlendirmiyoruz.
Ülkemizde yabancı mal ve marka kullanımı ne yazık ki psiko-sosyal etmenlere dayanmaktadır. 1980 sonrası görülen Türk tüketiminde yaygınlaştırılan yabancı mal hayranlığı ne yazık ki bugün günümüzde de az da olsa sürmektedir. Toplumda kullandığı mal ve markalar ile sosyal statüsünü yükselteceğine inanan bir lüks tüketim düşkünü bir kitle yaratılmıştır. Bu kitle eğlence biçimleri, yaşantıları, televizyonlardaki bazı magazin programları ile topluma yansıtıldığında kültürel ve ahlaki bir yozlaşmaya ve tüketim bunalımına da yol açmaktadır.
Türkiye’de Üretilen Malın kullanılması istihdama olan olumlu katkısı nedeniyle tüm toplumu yakından ilgilendiren bir konudur.  Ayrıca yerli sanayinin gelişerek başka yatırımlara yönelmeleri ülke ekonomisine kazandıracaktır. Yabancı mal ithal edilirken vergi yükü ağır bile olsa, bunun istihdama ve ülke üretimine katkısı yoktur. Öncelikli tercihimiz Türkiye’de üretilen malın kullanılmasıdır. Bunu yaygınlaştırmak için elimizden geleni yapıyoruz.
Biz geçen ay sizin de belirttiğiniz gibi Türk-İş’in yurt sathına yayılmış 9 bölgesinden 500 tüketici ailesi ile, Türkiye’de üretilen malın kullanımı konusunda bir anket çalışması yaptık. Bu ankette ayrıca kendi Tüketimden Gelen Gücümüzü örgütlemek ve yaygınlaştırmak için de sorular vardı. Sonuçlar olağanüstü bir şekilde ümit verici gözüktü. Sonuçları alt başlıklar halinde şöyle vermek mümkün. Bu araştırma dergimizin diğer sayfalarda yer aldığı için kısaca başlıklar halinde bahsetmemiz daha uygun olacaktır.
Tüketicilerin yüzde 91’i bir ürün satın alırken “Türkiye’de Üretilen Malı” tercih ediyor.  Aynı fiyat ve kalitede olan bir yerli ve bir yabancı ürünü satın almada, tüketicilerin yüzde 88.2’si tercihlerini yerli marka üründen yana kullanıyor.Tüketicilerin yüzde 81.8’i ülkemizdeki yerli malı ve Türkiye’de Üretilen Malın satın alınması kampanyalarını yetersiz buluyor. Türkiye’de üretilen mallar üzerinde Türk Malı ibaresinin bulunmaması tüketicinin yerli malı satın almasını engellediğini ifade eden tüketicilerin oranı ise yüzde 86.4. Türkiye’de üretilen ürünlerin garantisinin,yetkili tamir servislerinin ve yedek parçalarının daha kolay bulunması tüketicinin tercihini yerli maldan yana kullanmasını sağlıyor. Tüketicilerimiz Türkiye’de de artık çok kaliteli mallar üretildiğinin farkında. Yabancı marka kullanan az sayıda aile, yabancı malların toplumda daha iyi bir imaj verdiğini ifade ediyor.Ailelerin yüzde 93’ü çalışanların üretimden gelen güçleri kadar tüketimden gelen güçlerinin de önemli olduğuna inanıyor. İşçi Tüketici ailelerinin yüzde 94’ü  ürün satın alırken o ürünün üretildiği fabrikada sendikalı ve sigortalı işçilerin çalışmasını önemsediklerini ifade etmişlerdir.
Bizim açımızdan diğer önemli bir konu  kendi işçimizin ürettiği mal ve hizmetlerin yine kendi işçimiz tarafından kullanılmasıdır. Bu bir bakıma kendi tüketimimiz ile kendi iş yerimizi korumak, kendi iş güvencemizi oluşturmakla eş anlamlıdır. Örneğin otomotiv döşemesi için kumaş üreten bir tekstil fabrikasında çalışan işçimiz, otomotiv üretiminde bir daralma olduğu takdirde işsiz kalabilir. İşte kendi tercihlerinde ve yakınlarının tercihlerini de yerli otomobil konusunda oluşturduğu  takdirde kendi işini de işyerini de geliştirmiş olacaktır.
Türk-İş’e bağlı sendikalarımızın örgütlü olduğu işyerlerinde üretilen ürünleri kullanmak sonuçta tüketimimiz ile doğal bir iş güvencesi niteliğindedir. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım.
Marketten alışveriş eden bir işçinin bir kağıt ve karton fabrikasında çalıştığını düşünelim. Bu işçinin marketten kendi ailesinin ihtiyacı için bir bisküvi satın alacağını düşünelim. Bu işçi bisküvi satın alırken sendikaların örgütlü olduğu bir işyerinde üretilen bir bisküviyi satın almayıp, reklamları veya birkaç kuruş ucuz olan fiyatı gibi nedenlerle bir sendikasız işçi çalıştıran başka firmanın ürününü tercih ettiğinde başta sendikasızlaştırma politikalarına destek verdiğini düşünmek mümkündür. Bizim örgütlü olduğumuz bisküvi fabrikasının satışlarındaki düşme, o fabrikanın krize girmesi veya kapanması sonuçta sırası ile daha az karton ve kağıt ambalaj satın almasına neden olacaktır. Karton ve kağıt ambalaj satın alınması böylece birkaç kez düştüğünde karton ve ambalaj üreten fabrikanın da işçi çıkarması mümkündür. Belki de sendikasız işçi çalıştıran bisküviyi satın alan işçimiz bisküviyi satın aldıktan birkaç ay sonra işsiz kalabilecektir. İşte tüketimden gelen gücümüzün örgütlenmesi amacıyla sendikalı işçiler tarafından üretilen ürünlerin sürekli olarak sendikalar arası bir dayanışma ile sendikalarımızın dergilerinde yer alması gerekmektedir. Türk Metal Sendikasına üye  fren balatası üreten bir işçimiz, gıda maddesi satın alırken Tekgıda-İş Sendikasına  bağlı bir işçinin üretimini satın almaya ikna edilmelidir. Keza bunun terside düşünebilir. Gıda işçisi fren balatası satın alacağı zaman bu ürünün Türk Metal işçisi tarafından üretildiğini bilmek zorunadır. Ama ne yazık ki içtiğimiz sigara konusunda bile bu konuya bütün yayınlara rağmen dikkat etmiyoruz. Bu açıdan başta TÜRK-İş ve daha sonra diğer işçi sendikaları konfederasyonları ile memur sendikaları konfederasyonları ve sivil toplum örgütleri ile tüketici dernekleri ile bunun bir örgütlülük politikası olduğunun bilinci ile hareket etmek gerektiğine inanıyorum.
Bu en basit hizmet sunumunda bile geçerlidir. Hizmeti sunan firmanın sendikalı işçimi, taşeron mu, kaçak işçimi çalıştırdığını araştırmak zorundadır.
Sayın Vargı, ulaşım sektöründe hizmet sektöründe örgütlü sendikalarımız da var. Bu konuda işçi-tüketici tercihini nasıl yapacak.
Tüketim malı satın aldığımız kadar da hizmet satın alıyoruz. Hangimiz hangi cep telefonu hattı satın aldığımızda orda hangi sendika var diye sorguluyoruz. Yada Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçerken bir anda özel motorlara atlayıp karşıya  geçmek yerine aynı fiyata kendi işçimizin çalıştığı vapurları kullanıyoruz. Ankara-İstanbul arası trenle beş saate düşürülürdü. Tren yerine, sendikasız işçi çalıştıran otobüs firmalarını tercih ediyoruz. Bunun nedenlerinin sorgulanması gerekmiyor mu. Ama bu konuda bu işyerlerinde örgütlü sendikalarında, kendi işletmelerine teklif götürmesi gerekiyor. Cep telefonu hat hizmeti sağlayan firmalar öğretmenlere, memurlara özel indirimler sağlamaya başladılar. Bazı bankalar taraftar kartı, polis kartı, kamu çalışanı kredi kartı uygulaması başlatarak bazı gruplara indirim yapıyorlar. İşte hizmet sunan bu tür işletmelerde öğretmene, memura, işçiye, tren bileti satın alırken, vapur bileti satın alırken, toplu ulaşım bileti satarken fazla değil yüzde beş bir indirim sağlayarak yeniden hizmet satın alan insanın kendi işletmesini kullanmasını teşvik etmek zorundadırlar. Tüketici o takdirde aynı hizmeti sunan iki işletme arasında yalnızca sendikalı işçi çalıştırdığı için değil de, belirli bir ekonomik menfaat sağladığı için de hizmet sunumunda satın alma tercihini yaparken kendi ekonomisini de düşünmek zorunda kalacaktır.
Sayın Vargı, Türk-İş dergisinin geçen sayısında SA-8000 Standardı ile ilgili bir yazı vardı. Sosyal Sorumluluk Standardı emeğe saygılı üretim yapan firmaların tüketiciler tarafından bilinmesini ve tercih edilmesini sağlayacak. Bu standardın yaygınlaşması konusunda neler yapılmalıdır.
Almanya’da halı satan bir tüketici, bu halının üretiminde çocuk işçi emeğinin sömürülmediğini, spor ayakkabı alan bir tüketici bir uzak doğulu işçinin kölelik düzeni ile çalıştırılıp çalıştırılmadığından emin olmak istiyor. Hindistan’da köylerde halı dokuma yaşı beşe kadar düştüğü için küçük çocuklar uyuyabilmek için halı ipini kestikleri bıçakla ellerini kesiyorlar. İşverenleri de kan halıya bulaşmasın diye onlara izin veriyor. Bir çok ülkede günde 14 saat çalışma koşulları var. İşte SA-8000 standardı bu ve bunun gibi üretim koşullarını engelleyecek niteliktedir.. SA – 8000 Standardı, çocuk işçilik, cebri çalıştırma, işyerinde sağlık ve güvenlik, örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı, her türlü ayrımcılığın olmadığı işyeri, ve disiplin uygulamalarında ceza ruhsal ve fiziksel olmadığı işyerlerine verilen ve bizim için çok önemli olan bir standarttır. Sendikalaşmaya imkan tanımayan, sendikalaştıkları için işçileri işten atan, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği tedbirleri almayan işletmelerin bu standardı alması mümkün olmayacağı gibi tüketici de alış veriş tercihini bu yönde kullanacaktır. Bu toplumsal mutabakat standardının uygulanması ile kaçak işçi çalıştıran işletmelerin iş gücü maliyetleri ile sendikalı işçi çalıştıran belli olacaktır. Özellikle sendikalı işçiler, örgütlü memurlar, emekliler gibi tüketici grupları göz önünde bulundurulduğunda bu standardı taşıyan ürünlerin satın alınması kolaylaşacaktır. Sonuçta kazanan yine Türkiye ekonomisi olacaktır. Bunun gerçekleştirilmesi için başta TOBB, TİSK gibi kuruluşlara işçi sendikaları konfederasyonlarına ve tüketici örgütleri ile sivil toplum örgütlerine büyük görev düşmektedir.

Sayın Vargı, siz geçen ay içinde Avrupa Birliği Tarım Komisyonunun davetlisi olarak Bulgaristan’a gittiniz. Orada durum nasıldı..
Birliğin geliştirdiği Ortak Tarım Politikası gerçekten üzerinde iyi düşünülmesi gereken bir alan. Örneğin Polonya’da ülke nüfusunun yüzde beşi çiftçi iken, bunlara tarımsal destekleme primi adı altında bir ödeme yapmak ve ürün desenini değiştirme kararı Polonya’yı kara kara düşündürüyor. Türkiye’de ise nüfusun yüzde 40 veya 45’i çiftçi iken bunu nasıl kabul edeceksiniz.
Avrupa Birliği konusunda benim söylemek istediğim katılmak ve katılmamak tartışmaları bir yana, fiyat ve gelir arasındaki araştırmalarım oldu. Sebze meyve pazarına girdiğimizde fiyatlar beni şok etti. Bu şoku yaşamamın nedeni ise elde edilen ortalama gelirin fiyatlara yetişememesi olarak algılanabilir. Bundan bir yıl önce Selanik pazarında, bir demet maydanoz 1 Euro idi. Yani bir milyon altı yüz bin lira civarında.. İki yüz kilometre doğuda Türk toprağında bu fiyata dokuz on demet maydanoz alınabilir. Keza içinde bir tane tam bütün bir fındık olmayan hepsi kırık yarım fındıkların kilosu 8-9 euro idi.. Malatya’da artık pakete girmeyecek atılacak kadar küçük olan kayısılar ise yine 9-10 euro idi.. Halde  Edirne’li Türkçe bilen bir vatandaşımız ise bizim yağsız tuzsuz peynirimizi göstererek Türk peyniri diyor ama fiyatı onunda 4-5 euro, kaliteli peynir ise 13-14 Euro’ya kadar çıkıyor. Ama gelir o kadar artmadığı için sol görüşlü televizyonlar pazara giden emeklinin tane ile satın aldığı sebze ve meyveyi konu ederek yaşam maliyetinin yüksekliği hakkında yayın yapıyorlar. Avrupa Birliği konusunda benim kişisel gözlemlerim, Türkiye’nin ülkemizin aslıda halen bir cennet olduğu ve bunun bizim tarafımızdan kıymetinin bilinmediği konusunda. Tabii bu benim bir tüketici gözlemcisi olarak tercihim. Balkan ülkelerindeki insanlar bizden çok daha yoksul ama onların yeni üç aday ülke statüsünde olan Bulgaristan ve Romanya’dan söz edilirken Türkiye’den fazla söz edilmemesini de maksatlı buluyorum. Selanik pazarında da Sofya pazarında da Türkiye’den götürülen tekstil ürünlerini, temizlik malzemelerini görünce ve satıcı bunların kaliteli olduğunu bizim Türk olduğumuzu bilmeden söylediğinde insan gurur duyuyor.. Sofya’nın ve Avrupa’nın bir çok merkezinde Sarar gibi Mavi Jeans gibi Türk ürünlerini Türkçe adlar altında görmek gerçekten gurur veriyor. Ancak halen İngiltere’de orta tabaka Türkiye’de üretilen Beko ürünü satın alırken biz hala Japon televizyonu peşinde koşuyorsak bunun bir sorgulanması lazım. Türkiye gerçekten büyük ülke, bize bir balkanlardan veya bir Ortadoğu ülkesinden bakıldığında orada insanlarla konuştuğunuzda onların Türkiye ile ilgili görüşlerini aldığınızda Türkiye’nin ne denli güçlü bir ülke olduğu anlaşılıyor. Hele tarımsal açıdan daha fakir ülkelere gidildiğinde ülkemizin bir cennet olduğu anlaşılıyor. Gönül arzu ederdi ki, her vatandaşımızı oraya götürüp, bunları gösterelim ve ülkemizin gerçekten cennet olduğunu anlasınlar..
Sayın Vargı, oradaki tekstil ürünlerinin de büyük bir bölümü Türkiye’de üretilen mallar olmasına rağmen yabancı adlar taşıyan ürünler değil mi..
Tabii öyle.. Gerçekten çok komik bir durum. Türkiye’de dikildiğini yüzde yüz bildiğim gömlekler orada İtalyan malı olarak karşıma üç dört misli fazla fiyata çıkıyor. Aynı gömlek diyorum, çünkü aynı kumaşı, aynı modeli ben Türkiye’den almıştım. Şimdi bu tekstil kotası meselesi. İtalyanca bile olmayan ama İtalyan imajı veren markalar var.  Mardini diye gömlek var. İtalyanca’da bunun karşılığı yok. Türk Malı üreticimiz Mardin’li olduğu için böyle bir marka uydurmuş. Rizelli var, Rize’li oda.. Türkiye’de yapılıyor, dikiliyor, İtalya’da satılıyor. Kravatlar, kotlar, çorap, elbise hepsi öyle..Şimdi gidip bunları İtalyan malı olarak oradan üç misli fiyat ödeyip alıp gelenlere gülmemek elde mi. Ama bu bizim tüketicinin de yabancı mal ve marka hayranlığı nedeni ile de gerçekleşen traji-komik bir durum. Karataş diye palto ürettiğinizde kimse satın almıyor ama “blackstone” dediğinizde aynı pardesü kapış kapış gidiyorsa bu işte tüketici  bilinçsizliğinin ve mal marka hayranlığının bir göstergesi.. Türkiye bu yüzden kendi markalarını üretmek yerine, taklit ürünlere yöneliyor. Örneğin kaliteli olduğu bilinen yabancı markalı gömleklerin hemen aynısı Ege’de kurulan pazarlarda 20 milyona satılıyor. Ambalajı markası bile aynı, gömlekte kaliteli.. İnsan bu gömleklerin aynı fabrikada aynı firma için dikildiğini ama bunların hatalı olduğu için kaldığını düşünüyor, ama paket açıldığında hata olmadığı görülüyor. Pekiyi neden aynı gömlek taklit marka yerine kendi markamızla yapılmaz onu bilemiyoruz.
Sayın Vargı, siz yıllardır gıda katkı maddeleri, tarım ilaçları, hormonlar üzerinde çalışmalar yaptınız. Şu anda Türkiye’de gıda, sebze meyve tüketimi gerçekten güvenli hale geldi mi.
Eğer bir ciddi fabrikanın ürettiği gıda ürününü satın alıyorsanız mesele yok. Ama açıkta satılan, üreticisi, son kullanma tarihi belli olmayan bir ürünü satın alıyorsanız ciddi tehlike var. Gıda katkı maddeleri açısından hem tüketici hem de üretici artık bilinçli. Toplumda giderek artan alerjik rahatsızlıkları kavak polenlerine bağlamanın da bir yararı yok. Kışın yediğimiz gıdada kullanılan boyalar, gıda koruyucu maddelerinin limitleri konusunda tüketici artık bilinçlendi ve ciddi üreticilerde buna dikkat ediyor. Sebze ve meyvelerde ise tarım ilacı kullanımı ne yazık ki hükümet açıklamalarının tersine giderek artıyor. Gümrük kapılarından dönen ve aşırı tarım zehri kullanılan ürünlerin iç pazara verildiği dedikoduları hep tarımsal seminerlerle fısıltı haline konuşuluyor. Hormonlar konusunda da belirgin bir değişme yok. Yine aşırı kullanım söz konusu. Ama Türkiye’yi ilgilendiren tek gerçek bunlar değil. Bir de genetik yapısı ile oynanmış gıdalar var ki insan sağlığı açısından tam bir kanser saatli bombası olduğuna inanıyorum. Avrupa Birliği tarım politikaları açısından da genetik gıdalar bir sorun ve bunun tüketiciye ürün ambalajı üzerinde açıklanmasını planlıyorlar. Bizde ise bu gizleniyor. Meşrubatlarda limitleri artan mısır glikozunun elde edildiği mısırın genetik mısır olduğu iddia ediliyor. Bu limitlerin arttırılması konusunda Bush-Başbakan görüşmesinin gündem maddesi olabilmesi de konunun önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Yabancı bir yatırımcı olan tarımsal firmanın bu derecede etkili olması, gıda da kullanılan katkı maddelerinin bile Amerika – Türkiye üst düzey görüşmelerinde ele alınması kimin mısırı’nı niye tüketiyoruz sorusunu gündeme getiriyor.
Bana göre işin en acı yanı. Bize tarım ilacı, hormon, genetik tohum satan firmalar ile kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi ilaçlarını satan firmaların aynı firmalar veya aynı şirketlerin içinde yer alan firmalar olması…Tüketicinin satın alma tercihlerinde domates bile satın alırken bunu sorgulaması gerekiyor. Bunu sorgulamak içinde bilinçli tüketici ve örgütlü tüketici olması gerektiğine inanarak tüketici derneklerine üye olması gerekiyor..

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kapak Topla Benim İçin

01 January 2012 04:26:00

Dört, beş yaşlarında şirin bir oğlan çocuğu marketin kapısında ağlayıp duruyordu. Ne oldu diye sordum annesine… “Birkaç tane su şişesi kapağı toplamış, sanırım kreşte öğrenmiş, bunu market sahibine vermek istedik, adam almıyoruz biz deyince ağlamaya başladı.” dedi.
Önce market sahibi ile konuştuk, sonra adamcağız rol yapmayı kabul etti, kapaklar alındı, çocuğa teşekkür ettik. Annesi, “yolda su şişelerine bakıyor, kapağı varsa, almak için ağlıyor” diyordu.
Yıllardır, üniversiteler, yerel yönetimler plastik su kapakları karşılığında engelli sandalyesi vererek, insanların plastik kapakları toplamalarını sağladılar. Tam 250 kilo kapak karşılığında bir engelli sandalyesi veriliyor. Aslında kolay bir iş değil. Tekerliğini engellinin kendi çevirdiği engelli sandalyesinin 300 liralık olanı da var, 650 liralık olanı da, en iyileri 1000 lira civarında.
Plastik kapakların birkaç türü var, kimisi 26’lık dedikleri en ince türden, onlardan 330 cc’lik ve 500 cc’lik sular kapaklanıyor. Biraz daha kalını var onunla da 1,5 litrelik sular kapaklanıyor.
Bir plastik su kapağı kalınlığına göre 0.6-0.8 gram arasında. 250 kilo plastik kapak toplamak için ise en incesinden 416 bin 666 kapak toplamak gerekli. Bir büyük çöp poşetinin 2 bin kapak aldığı düşünüldüğünde, 208 büyük çöp poşetini önce depolayacak yer ve sonra da nakletmek için bir kamyon tutmak gerekiyor. İşte bu yüzden kolay iş değil.
İşin ekonomik boyutu şöyle. Bu plastik kapakların bir kilosunun hurdası 4 lira. 250 kilo kapakla 1000 lira biriktirmek mümkün.
Bu işi en ciddi tutanlardan birisi de Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi. 250 kilo kapak karşılığında, önce çocuklar olmak koşulu ile bir de heyet engelli raporunun incelenmesinden sonra PTT kargo ile engelli araçlarını adrese teslim ettiklerini ifade ediyorlar. Facebook’ta da siteleri olan bu kuruluş kampanyayı 2012 sonuna kadar uzattıklarını yazıyorlar.
Buraya kadar her şey çok güzel değil mi... Ne kadar olumlu geliyor size, herkes kapak topluyor engelli bir çocuğa araç almak için.. Pekiyi pet şişenin kendisi ne oluyor. Kapağı al, pet şişeyi çöpe gönder, ya sonra o geri dönüşebiliyor mu? Pikniğe gittiğinizde çevrenize bakın, yol kenarlarına bakın, ne kadar çok pet şişe, meşrubat ve bira kutuları göreceksiniz. Demek ki çöp olarak fazla bir değeri yok. Değersiz olduğu için de akşamları sokağınızda çöpleri ayıklayanlar kağıt ve plastik bulamamışlarsa, çek çek boş kalmasın diye pet şişeleri de alırlar. Yoksa almazlar.
Aslında istedikleri bir kamuoyu aldatmacası. Pet şişelerin kapağının toplanması ile pet şişenin kendinin çevreyi kirlettiğinin maskelenmesi. Kapağı alınan pet şişe nereye… Doğru çöpe, oradan çöplüğe ve oradan da eğer dönüşebilirse, geri dönüşüme... Sonra tekrar siyah naylon torbaya… Sonra yine çöpe… Ama doğaya terk edilen pet şişeler geri kazanılandan kat kat fazla.
Özellikle Almanya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde bir şişe 1.5 litrelik pet sişe suyu aldığınızda eğer “Alpenwasser” gibi kaliteli bir marka ise 2.5 Euro (yaklaşık 6 Lira) kaliteli bir marka değilse de 1.5 euro (3.750 Lira) para ödersiniz. Keza, bir litrelik Cola pet şişe 2.5 Euro’dur.
Pekiyi, bunlar niye bu kadar pahalı? Su mu az? Tabii ki hayır. Pet şişede depozito var da ondan.
Depozito, pet şişeleri satın aldığız markete tekrar getirir, orada bulunan bir makinenin içine atarsınız. Makine şişenin barkodunu okuyarak depozito bedelini hesabınıza yazar. Birkaç şişe getirdiğinizde 4-5 Euro para kazanırsınız. Makine sizin bütün pet şişelerinizi aldıktan sonra biriktirir ve sıkıştırıp balya yapar. O pet şişe balyasını da kamyonlar toplayıp yeniden kazanırlar.
Bir plastik kola şişesini bilmeden çöpe attığımda, çöpleri karıştıran bir yaşlı kadın hazine bulmuş gibi sevinmişti. O şişenin marketteki depozitosunun 50 cent (1.250 Lira) olduğu öğrendiğimde ben de şaşırmıştım.
Frankfurt havaalanında uzun saatler beklediğim bir gün çok büyük çek çek bavulu olan bir adam görmüştüm. Yolcu gibi havaalanına giriyor, çöplere atılan plastik şişeleri alıp bavulunun üstünde bulunan delikten içeri atıyordu. Sonra da bavulunu götürüp arabasının bagajına boşaltıp yeniden bekleme salonuna giriyordu. Onun da peşinde olduğu depozito parası idi ve onunla geçiniyordu. Bu işi gizli gizli yapmasının nedeni, havaalanın kendi temizlikçilerinin kazanacağı depozito parasına ortak olmaktı ve temizlikçiler onu görünce tanıyıp kavga ediyorlardı.
İşte bizim ülkemizde yıllardan beri su firmaları veya bazı meslek kuruluşları tarafından saklanan gerçek bu. Türkiye’de tüketici, suyu meşrubatı satın aldığında zaten ambalaj masrafını ödemektedir. Su bitince de çöpe ya da olduğu gibi doğaya bırakılıverir.
Şimdi eğer pet şişenin çevreyi kirletmediği gibi bir toplumsal imaj verilecekse, onu en masumane bir şekilde kapağının biriktirilmesi ve engelli sandalyesi verilmesi şeklinde tanıtmak mümkün. Okullarda çocuklara çevre bilinci adı altında bunları yaptırmak, aslında onlara çevre bilinçsizliği kazandırmak değil mi?
Bir çok kanser uzmanı güneş altında bekletilen pet şişelerdeki ve plastik damacanalarda ki ısının 80 dereceye kadar çıktığını ve plastiğin içindeki kanserojen maddelerin suya karıştığını ifade ediyorlar. İçecek için cam şişe en iyisi. Bir cam şişeyi 80-90 kez yeniden doldurmak ve piyasaya sürmek mümkün. Ama ağırlığı geri toplama masrafları, yıkanması maliyetleri arttırıyor. Cam şişe eskidiğinde ise bunu eritip yeniden kazanmak mümkün. Ama endüstri işin kolayına kaçıp pet şişeyi piyasaya verip unutuveriyor.
Depozitosu olmadığı için doğaya bırakılan pet şişenin, plastik kapağının engelli sandalyesi verildiği için masum kabul edilmesi mümkün mü?
Doğaya gitmesin diyerek ben de topluyorum plastik kapakları. Migros alıyor bunları. Sonra bir kişiye engelli sandalyesi verileceğini okuyunca seviniyorum. Ama işin gerçek boyutlarını bildiğim için ve doğada fotoğraf çekmeye gittiğimde her yere atılan pet şişeleri gördükçe de üzülüyorum. İşte size doğaya bırakılmış pet şişelerin fotoğrafları. Bir pet şişe yıllardır erimeyi bekliyor. Karadeniz’e geçen gemilerden atılan Avustralya’da üretilmiş bir pet şişe, sahile vurmuş. Diğer fotoğraflarda da Almanya’da kullanılan pet şişe depozito iade otomatları…
Kaynak gösterimi: www.0-18.org

Silah Sanayi, Açlık ve Çocuklar

25 December 2011 01:04:00

Irak’tan çekilen son Amerikan askeri ile, dünyanın patronluğuna savunan ABD’nin bu kez gözünü uzak doğuya çevirdiğini söyleyen TRT-1’in sabah yorumcusu, “yeni hedef büyük bir ihtimalle Kuzey Kore olabilir” diyordu.

Birkaç gün sonra da Kuzey Kore’nin liderinin hayatını kaybettiği, onun yerine Kim Jung hanedanının üçüncü nesli olan 28 yaşındaki oğlunun yönetime geçeceği haberleri veriliyordu. Kuzey Kore’den gönderilen filmlerde sokaklara doluşan binlerce insanın ağladığı görülürken, televizyon spikeri bu tür törenlerde ağlamayan insanlara atılan dayaktan korktukları için insanların ağladığını anlatıyordu.
Kuzey Kore yıllardan beri askeri harcamalarını en üst düzeyde tutmuştu. Çin’den aldığı destek ile, Güney Kore’yi kendi halkına her zaman saldıracak bir düşman gibi göstermiş ve nükleer başlıklı bir füze yaparak kendini nükleer bombaya sahip ülkelerin arasına sokmuştu. Ülkede tarıma ve endüstriye ayrılması gereken paranın büyük bir bölümü silahlanmaya gitmişti. Bugün Kuzey Kore’de özellikle açlık, eksik beslenme ülkenin en büyük sorunu olarak görülüyor. Ülkede insanlar günlük hayatı sürdürecek gıdanın ancak üçte biri ile hayatlarını giderek zayıflayarak sürdürüyorlar.
O akşam bazı yabancı televizyon kanallarında ise Birleşmiş Milletler Gıda Programı tarafından yapılan gıda yardımlarının da Kuzey Kore’nin nükleer silah yapması ile kesildiği açıklanıyor. Açlığın giderek arttığı ülkede 800 bin den fazla çocuğun eksik beslenme nedeni ile büyüyemediği ve zekalarının gelişmediği de gösteriliyordu. Bir kreşte yapılan çekimlerde çocukların hiç hareket etmeden oturdukları hiç oynamadıkları çünkü açlıktan hareket etmedikleri söyleniyordu.
Evet, Amerika, Irak’tan çıktı… Kendilerine göre 1 trilyon dolar para harcadılar. Bazı yorumcular bunun 3 trilyon dolar olduğunu söylüyorlar. Beş bine yakın Amerikan askeri hayatını kaybetti. Irak’ta yüz binlerce insan öldü, çocuklar ailelerini kaybetti. Ülke onarılamayacak şekilde harabeye döndü.. Sonuç ne.. Koca bir sıfır.. Şimdi Ortadoğu da yeniden Şii, Sünni savaşı için tohumlar atılıyor..Harcanan 3 trilyon lira, yine Amerikan silah endüstrisine aktarılarak. Amerika’nın çarklarının dönmesi sağlandı. Silah sanayi olmadan bir Amerikan ekonomisini düşünmek mümkün bile değil.
Amerika, Irak’tan çıkmadan, başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok bölge ülkesine “ ben gidiyorum, kendinizi güvenceye alın” diyerek yeniden silah sattı. Bizim için biçilen rol bile belli. Suriye’ye siz girin, ben gidiyorum… Şimdi ABD yeniden Uzak Doğu’da bölgenin fitilini koymaya giderken, küçük huzursuzluklara silah satıp, kendisini demokrasi getirici olarak görüp yine işgallere başlayacak. Birkaç yıl sonra Kuzey Kore’den de Irak’ta yaptığı gibi çıkıp gidecek.
Artık Dünya’ya bölge bölge bakmamak gerekiyor. Büyük fotoğraf silah sanayi ve onların şahinlerinin Amerikan yönetimindeki politikalar üzerindeki etkinliğidir. O arada dünyanın çeşitli ülkelerinde bir kaç milyon çocuğun açlıktan ölmesinin de bir önemi kalmıyor. Günümüzün Somali’sinde de iç savaş sürüyor. Çocuklar açlıktan ölürken dünya ülkelerinin zaman zaman verdikleri gıda yardımları da yeterli olmuyor. Ama ayakkabısı bile olmayan bir Somali’li gencin elinde iyi bir silahı her zaman görmek mümkün.
Çocuklar hemen her ülkenin anayasasında korunurken, uluslar arası alanda onları koruyacak insanlık bilincine henüz ulaşamadık. Savaşlar var oldukça silah sanayi var olacak, silah sanayi oldukça da savaşlar hep organize edilecek.

Kuzey Kore çocuklarını görmek için : http://www.youtube.com/watch?v=rja1MoOO7oI
Kaynak gösterimi: www.0-18.org

Çocuk ve Televizyon, Reklamlar

17 December 2011 03:26:00

Tüketicinin korunması konusunda otuz yıllık meslek hayatımı, bu süre içinde 16 yıllık Reklam Kurulu üyeliğini de düşündüğümde, aklıma hep çocuklara yönelik reklamlar gelir.
İlk çalışmayı 1983 yılında Milliyet Gazetesi’ndeki bir haberle yapmıştım. Televizyondaki draje şeker reklamını seyreden iki kardeş babaannelerinin romatizma ilacını şeker sanarak yemişler ve çocuklarda Ayşe (abla) ölmüş, Ali ise komada idi.
Hemen, Sağlık Bakanlığı, İlaç İşverenleri Sendikasına başvurarak şeker görünümlü ilaç veya ilaç görünümlü şeker yapılmaması gerektiğini belirtmiştik. O günden bu yana onlarca çocuk bonibon benzeri şekerler yüzünden hastanelere taşınmasına rağmen değişen fazla bir şey yok. İlaç kapakları yine kolaylıkla açılıyor, ilaçların üstü yine şeker kaplı…
Gerek Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun, gerek sonradan çıkartılan tüm yönetmelikler, televizyon ve reklamlar karşısındaki çocuğun masumiyetini korumayı hedeflerler.
Kanunun 16.maddesi, Ticari Reklamlar ve İlanlar başlığı altında şu şekildedir.
“Ticari reklam ve ilânların kanunlara, Reklam Kurulunca belirlenen ilkelere, genel ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına uygun, dürüst ve doğru olmaları esastır.
Tüketiciyi aldatıcı, yanıltıcı veya onun tecrübe ve bilgi noksanlıklarını istismar edici, tüketicinin can ve mal güvenliğini tehlikeye düşürücü, şiddet hareketlerini ve suç işlemeyi özendirici, kamu sağlığını bozucu, hastaları, yaşlıları, çocukları ve özürlüleri istismar edici reklam ve ilânlar ve örtülü reklam yapılamaz. Aynı ihtiyaçları karşılayan ya da aynı amaca yönelik rakip mal ve hizmetlerin karşılaştırmalı reklamları yapılabilir.
Reklam veren, ticari reklam veya ilânda yer alan somut iddiaları ispatla yükümlüdür.
Reklam verenler, reklamcılar ve mecra kuruluşları bu madde hükümlerine uymakla yükümlüdürler.”
Kanunun Yükümlülük başlıklı 21.maddesi, bu konuda reklam vereni, reklamcıyı, ve mecra kuruluşunu sorumlu tutmuştur.
“Reklam verenler, reklamcılar ve mecra kuruluşları veya aracıları Kanunun 16 ncı maddesi ile bu Yönetmelikte belirtilen ilkelere uymakla yükümlüdür.
Reklamcılar ya da reklam ajansları, Kanunun 16 ncı maddesine ve bu Yönetmelikte belirtilen ilkelere uygun reklam hazırlayarak reklam verenin yükümlülüklerini yerine getirmesine sağlayacak biçimde çalışmak ve bu konuda onu uyarmak zorundadır.
Reklam veren, mal veya hizmetleri konusunda reklamcıya doğru ve gerçeklere uygun bilgi ve belge vermek zorundadır.
Reklam verenin, Kanunun 16 ncı maddesine ve bu Yönetmelikte belirlenen ilkelere uygun olmayan reklamını daha sonra düzeltmesi ve telafi etmesi kendisinden beklenilen bir davranış olmakla birlikte, bu Yönetmelikte belirlenen ilkelere aykırı hareket edilmesine mazeret oluşturamaz.
Reklamı yayımlayan, nakleden veya dağıtan veya sunan mecra kuruluşları veya aracıları reklamın kabulünde ve kamuoyuna sunulmasında gereken dikkat ve özeni göstermek zorundadır.
Oysa bu konuda reklamları denetlemekle görevli olan Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu Başkanlığı’nın ceza uygulamalarına baktığımızda, son 5-6 yıldır yalnızca reklam verene ceza kesildiği, (para, durdurma ve düzeltme) reklamı yapana ve yayınlayana hiçbir ceza verilmediği görülecektir.
Bakanlığın, medya kuruluşları ile ilişikleri iyi tutmak için kanunun 16.maddesine uymadığı söylenebilir."(http://www.tuketici.gov.tr/source.cms4/index.snet?etdid=A67D79DF-0B0A-45C5-A9DE-5BA7BAF5EA9C)
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Reklam Kurulu, örtülü reklam konusunda iyi bir düzenleme yapmış iken, 6112 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanuna dayanılarak çıkarılan ikincil düzenlemelerin en önemlilerinden biri olan Yayın Hizmeti Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmelik 2 Kasım 2011 tarihli ve 28103 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Ürün yerleştirme uygulaması yapılacak programın başında, sonunda ve her reklam kuşağı sonrasında ürün yerleştirme ile ilgili bilgilendirme olacak.
Ürün yerleştirmede; ürün veya hizmetin özelliklerinin övülmesi ya da benzeri diğer ürün ya da hizmetlere göre belli bir ürüne yönelik tercih bildirilmesi, ürünlere veya hizmetlere özel tanıtıcı atıflar yaparak ürün veya hizmetlerin kiralanmasının veya satın alınmasının doğrudan teşvik edilmesi ve aşırı vurgu yapılması, ürüne ilişkin detaylı bilgi verilmesi ve farklı çekim teknikleriyle ürünün ön plana çıkarılması yasak olacak.
Ürün yerleştirmenin programın bütünlüğünü bozmaması ve program içerisine yerleştirilen ürünün, programın bir parçasıymış gibi doğal mecrasında kullanılması gerekecek.
Ürün yerleştirilen programda, bir saatlik yayın süresince en fazla 4 farklı ürün yerleştirmesi yapılabilecek.
Haber bültenlerinde, çocuk programlarında ve dini tören yayınlarında ürün yerleştirme yapılamayacak.
Burada da çocuklar yine korunmuş gibi görünüyor değil mi? Aslında tam tersi. RTÜK bu yönetmelikle çok tehlikeli bir kapıyı aralık bıraktı. Çocuk ailesi ile bir aile dizisi seyrettiğinde yerleştirilen ürünlerin etkisi altında kalacak. Eğer adam kolalı bir meşrubat içiyorsa, çocuk adamın iyi bir karakter olduğunu ileri sürerek ailesinden kolalı meşrubat isteyecek veya rafa yerleştirilen ürünün ne olursa olsun görüntüsü bilinçaltına işleyecektir.
Bu reklama ürün yerleştirildi demek konuya çözüm değil, çözümsüzlük getirmektedir. Sürekli kanal değiştirip o uyarıyı görmemek de büyük olasılıktır.
Ama mesele rating savaşı, bu konuda yapıldığı iddia edilen usulsüzlükler, milyar dolarları geçen televizyon reklam pastası, politik yandaşlıklar olduktan sonra yönetmeliklerin ciddi olarak kontrol edildiğini kim iddia edebilir ki.
Kaynak gösterimi: www.0-18.org

“Anne bak bi kııııı pasta atmışlar mı”

01 November 2011 02:41:00

İstanbul Oyuncak Müzesi, yerli ve yabancı bir çok oyuncağı sergiliyor. Yıllar geçtikçe unuttuğumuz deterjan kutuları, öküzbaş çiviti, tenekeden yapılmış oyuncak polis arabalarından tutunda, Almanya’dan getirilen elektrikli oyuncak trenler bir bir sergileniyor. Çocuklar ve aileleri için cumartesi ve Pazar günleri vakit geçirilecek güzel bir müze. Hemen alt katındaki kafeteryada çocuklar için doğum günü organizasyonları yapılıyor.
Oyuncak müzesinden çıkıyorum.. Birkaç adım sonra bir kadın çöpleri karıştırıyor. Çöp toplayıcılarının naylon çuvallarla kapladığı çek çek arabasının üstünde bir çocuk annesinin attığı kağıtları ezerek alta doğru sıkıştırıyor. Annesi bir yandan “ bas laan “ diye bağırıp çocuğun ayağının dibine kağıtları atıyor.
Çöp kutusu bir pastacının önünde duruyor. Çöpün önünde mayaların konduğu kartonlar, yağ kutuları ve sıvı cikolatinin konduğu plastik kaplar duruyor. Çocuk sanıyorum daha önce bu çöpten pasta yediği için annesine bağırıyor. “ Anne bak bi kııı pasta atmışlar mı“ Annesi ilgisiz, kartonları atarken yine baaaaas” diye bağırıyor..
İstanbul oyuncak müzesinin önü. İçeride birazdan bir yaş günü partisinde pasta yenilecek. Az ilerde bir başka çocuk, çöpe pasta atılmış mı diye merak ediyor.
Eskiden raporlara, yıllardır uygulanan yanlış tarım ve hayvancılık politikaları, köyden kente giderek artan göç ve kentsel işsizlik, milli gelir dağılımının giderek bozulması diye yazardık, şimdi buna terör nedeniyle boşaltılan köyleri de eklemek gerekiyor.
Başbakan çıkıp “üç çocuk en az üç çocuk” diye bağırıyor. Üç çocukla bu işsizlikte ve bu pahalılıkta, ancak daha iyi çöp toplanabilir.
Çünkü üç çocuğu da üniversiteyi bitirmiş ama iş bulamamış o kadar çok aile varki…
Anneee bak bi kııııı pasta atmışlar mı.
Bu tür görüntüleri ve sesleri artık duymuyoruz. Kanıksanıyor zamanla, üzücü olan da o.
Kaynak gösterimi: www.0-18.org

Taşı Beni, Eğit Beni, Üniversiteye Kazandır Beni

09 October 2011 02:28:00

Aksaray’dan Karapınar yoluna saptığınızda Emirgazi ilçesi karşılar sizi. Aslında Anadolu’nun tam ortasında ve Konya’ya bir buçuk saat mesafede olmanıza karşın köylerin görünümü ürkütücüdür. Birkaç kerpiç damlı ev, birkaç hayvan ve kilometrelerce sonra birkaç benzer ev daha.
Konya gelişmişlik düzeyi açısından il olarak ön sırada gelmesine rağmen, köyleri adına köy değil de mezra denebilecek kadar küçüktür.
Yalnızca Konya’mı? Ankara’nın yanı başında yolunuz Polatlı ve köylerine düştüğünde de aynı şeyi görürsünüz. Küçük köyler, terk edilmiş ilkokullar ve taşımalı eğitime “taşınan”çocuklar. Konya, Ankara, Kayseri gibi büyük illerin yanıbaşındaki köylerle tüm Anadolu’da işsizlik göçleri nedeniyle köyler boşalmış, okullar yıkık dökük bir hale gelmiştir...
Milli Eğitim Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, 2009-2010 eğitim öğretim yılında 668 bin 142 öğrencinin taşımalı eğitimi için 428 milyon 130 lira taşıma bütçesi, 188 milyon 766 lira yemek ödenek bütçesi ayrıldığı belirtiliyor.
Yerleşim biriminde okul bulunmayan, doğal afet ve başka nedenlerle okul binası kullanılamayacak derecede hasarlı olan, 1., 2. ve 3. sınıflarda toplam öğrenci sayısı 10’dan az olan, yerleşim birimindeki ilköğretim okulunda 4, 5, 6, 7 ve 8. sınıflar için yeterli sayıda derslik bulunmayan ve bu sınıflardaki toplam öğrenci sayısı 60’tan az olan bölgelerde taşımalı eğitim yapılıyor. Taşımalı eğitim, bu yıldan itibaren ilköğretimin yanı sıra liselerde de uygulanmaya başlanacak. Başta kızlar olmak üzere, bulunduğu yerde lise olmayan öğrenciler, lise bulunan yerlere servislerle taşınacak. Bu uygulamadan, ilk aşamada 50 bin öğrenci yararlanacak. 2010-2011 eğitim öğretim yılında orta öğretimde de bazı yenilikler uygulamaya konulacak. Yeni uygulamaların başında, özellikle kırsal kesimde uygulanan taşımalı eğitim sistemine orta öğretimin de dahil edilmesi geliyor. Bu eğitim-öğretim yılında, ilk aşamada başta kızlar olmak üzere liselerde okumak isteyen 50 bin öğrenci taşımalı eğitimden yararlanacak.
Bu konuda ilginç olan, taşımalı eğitimin birçok gelişmiş ilin hemen yanı başında yapılıyor olması. Örneğin Kayseri’nin Oymaağaç Mahallesi'nde yaşayan çocuklar, okula at arabasıyla gidip geliyor. Bu konudaki haber ise aynen şöyle;
“10 kilometrelik yolu mahallede yaşayan "Hacı Baba" lakaplı Mehmet Kocaman (70)'a ait at arabasıyla kat eden çocuklar, yetkililerden sorununa çözüm bulmasını istedi. Yolculuktaki aksamalar nedeniyle çoğu zaman okula geç kalan öğrenciler, bir saatlik yolculuğun çok yorucu olduğunu ifade etti. At arabalı taşımalı eğitim, Yerel Yönetimler Yasası'yla birlikte büyükşehir sınırlarına dahil edilerek mahalle haline getirilen Merkez Kocasinan İlçesi'nin Oymaağaç Mahallesi ile Anbar Mahallesi arasında yapılıyor. Mahallelerinde okul olmadığı için Anbar İlköğretim Okulu'na gitmek zorunda kalan öğrenciler, her gün saat 07.00'de yola çıkıyor. Çocuklar, ilk derse yetişebilmek için erkenden yola çıkmak zorunda kaldıklarından birçoğu kahvaltısını at arabasının üzerinde yapıyor.
Çocuklar, okumak için her sabah ve akşam 10 kilometrelik yolu at arabasının üzerinde kat ediyor. Yolculuklarının 2 kilometrelik bölümünü ise şehirlerarası trafik geçişinin sağlandığı çevre yolundan yapıyorlar. Öğrenciler 5 yıldan beri aynı çileyi çekiyor. Mehmet Kocaman ise ileri yaşı nedeniyle hastalandığında çocukların bazen okula geliş gidişlerinin aksamasına neden oluyor. Aralarında Mehmet Kocaman'ın torununun da bulunduğu öğrenciler, bazı günler köy sakinlerinden birisinin kendilerine eşlik etmesiyle yola çıkıyor.
"Hacı Baba" diye seslendikleri eğitim gönüllüsünün atının çektiği arabaya doluşan çocuklar tehlikeli yolculuğa başlıyor. Yaşlı adamın hastalanması halinde ise yerine aynı okulda okuyan torunu geçiyor. Servis olmadığı için okul yolunu at arabasıyla kat eden öğrenciler için yolculuğun en tehlikeli kısmı ise Kuzey Çevreyolu'na bağlantıyı sağlayan karayolunda başlıyor. Ters yönden karşıdan gelen araçların arasından 2 kilometre giden öğrenciler yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra okula ulaşabiliyor. Öğrenciler, at arabalı yolculuklarının son bulması için servis istediklerini dile getirdi.”
Taşımalı eğitim aslında kendi başına bir sorun değil, birçok sorunun ortak sonuçlarından yalnızca birisi. Tarımsal politikaların yanlışlığı sonucunda, tarımsal üretimin düşmesi, köylerdeki geçim sıkıntısı nedeniyle kente iş aramaya giden gençler köylerin boşalmasına neden oldu. Köylerde, köyü bekleyen yaşı ellinin üzerinde yaşlılar kaldı. Türkiye’nin kırsal nüfusu süratle azalırken, büyüyen kent nüfusu köyden gelenlere iş yaratamadı.
İşsizlik, yoksulluğu, yoksulluk cahilliği körükleyince, “beni taşıyarak mı eğiteceksiniz, beni taşıyarak mı üniversiteye hazırlayacaksınız, hani eğitimde fırsat eşitliği diyen” de kalmıyor. Özel tarikat okullarından, gösterişli kolejlere, üniversite hazırlık dershanelerinden haberi olmayan taşımalı eğitim, devlet okullarına gitmek zorunda.
Kışın soğukta at arabası ile devlet okuluna gidip, üniversiteyi de binbir zorlukla kazanabilen genç, üniversiteden mezun olduğunda iş bulabilecek mi?
Her iki üniversite mezunundan birisinin işsiz olduğu ülkemizde, artık başka ülkelerde de “üç çocuk yapın” diye öğüt veren Başbakanımız, çocukların at arabası ile okula taşındığını hangi güçlüklerle okutulduğunu ve mezun olduktan sonra da nasıl iş bulabileceğini söylüyor mu?
Siz hiç duydunuz mu?
İş mi yok? Var aslında, asgari ücretin üçte birine ikiyüz liraya temizlikçi, taşeron işçi olarak sigortasız kaçak çalışabilirsen iş var. Çocuğunun okulu mu? Okul da var şehirde. Ama ona alacak kalem, kitap zor. Onu dershaneye gönderecek paran da olmayacak. Lise mezunu olan çocuk yine iş bulamayacak.
Taşımalı eğitimi niye yapıyoruz ki? Niye bu kadar masraf? Bu çoçuklara bu kadar acı niye...
Eğitimde fırsat eşitliği olmadıktan sonra.
Kaynak gösterimi: www.0-18.org
Yol Yolcuyu Çağırır – Rodos

Sufiliği bildiysen eğer yolun yolcuyu çağırdığını da bilirsin. Yalnızca iç yolculuklar yetmez dünyanı anlamaya. İç yolculuklar beraberinde zorunlu olarak bir dış yolculuğu da gerektirir. Bir gezginden farkın dış yolculuğun aslında iç yolculuğun için gerektiğini anlamanla başlar.

“Aman çok güzel mutlaka görmelisin” diyenlere kandım. Sıcak yaz günlerinden birinde Rodos’a düştü yolum.

Rodos’a giderken hemen herkesin yaşadığı gördüğü şeyleri görebileceğimi biliyordum. Yola çıkmadan önce herkes bir şeyler önerdi.

Ağabeyim, “ İyannis’e git, selamımızı söyle, yemeğini yersin “ dedi. Arkadaşlarım, “ Büyük Üstadlar Sarayını mutlaka gör, Şövalyeler sokağında dolaş “ dediler.

Sıcak bir yaz günü indim Rodos’a. Büyük Üstadlar sarayı denilen yer yoksulluk ve bağlılık yemini etmiş, şehri savunmakla görevli,  , Rodos şövalyelerinin yaşadığı yerler. Şövalyeler sokağı ise Alman, İngiliz, İtalyan şövalyelerin kaldığı taş hanlardan oluşuyor. Bir çoğunun yüzünde şövalye amblemleri var. Büyük üstadın görevi ise aslında şövalyeleri organize etmek. Büyük üstadlardan geriye kalan bir söz, bir keramet, adamların “büyük” olduğunu gösteren hiçbir şey kalmamış, taş duvarların arasında. Belki biraz taşları yontarken araya kattıkları sevgi harcı, belki şövalye olup fakir halka yardım etmekti işleri. Ama bütün felsefe inatla saldıran Osmanlı askerlerini geriye püskürtmek olarak görülünce, ortada bir organizatörün büyüklüğünden başka bir şey kalmıyor. Herkesin hayran olduğu da bu sanırım.

İşin garip tarafı herkesin hayran olduğuna ben bakıp geçtim.  Sıcak bir yandan kızan kale taşları bir yandan kendimi, cami avlularının serinliğine bırakıp, yüzümü yıkama isteği geçti. Ancak, camilerin hepsi ne hikmetse tamire alındığı için onu da yapamadım.

Çarşıya doğru inerken, bizim eski Vezirköprü kahvelerine benzeyen bir kahve. Girdim içeriye, söyledik kahveyi. “Turkish coffee, medium sugar please..”

Yaşlı kahveci bağırdı. “ Buralarda bir tek Türkler, Türk kahvesi derler. Gerisi greek coffe der. Türkçe konuş, Türk kahvesi burası, camı kırdılar yine, çekemiyorlar bizi” diyordu.“Bu yıl üçüncü oldu, polis çağırdım birkaç saat önce hala gelmedi.” Bazı Rodos’lu gençler, kahvenin eski camlarını kırmışlardı. Ona sinirlenip bağırıyordu.







Oturdum küçük bir domino masasına. Kahve sanki sihirli bir mekandı.  Duvarlarında eski radyolar, eski abajurlar ile tarihi bir sıcaklığa, insanı sarıp sarmalayan bir samimiyeti vardı. Duvarlara baktım. “ Beybaba Mevlevilik kimden geliyor “ diye sordum. “Babamdan, dedemden” deyiverdi. Mevlana’nın, Konya’nın, Semazenlerin tabaklarından ve fotoğraflarından başka, çerçevelenip asılmış Mevlana sözleri, anlayabilene birçok sırlar veriyordu.

Mevlana’nın öğütlerinden biri belki de benim içindi. “Neyi arıyorsan o sun” diyordu. İç yolculuğunda aradığımı bulsam yollarda işim neydi. Belki de yolculuktu kaderimiz.  Kahvecinin camını kıranlar için ise, “zulümle kuyu kazan, sen kendin için tuzak hazırlıyorsun” diyordu.

Şövalyeler, büyük üstadlar yavaş yavaş silinip gittiler. Adada unutulmaya yüz tutmuş bir Türk kahvesinin duvarında bizim “Büyük Üstad” bir kez  daha belirivermişti. Bir ay önce Balkanlar’da Priştine’de gördüğüm Halveti tekkesinin girişinde bizi karşılayan Hazreti Pir, bu kez Rodos’ta karşımıza çıkmıştı. Siniri geçmeye başlayan kahveciye, “burada Mevlevihane var mıydı” dedim. “Dedem Hamza paşa camiinin Mevlevihane olduğunu ama sonradan kapandığını söylerdi” diye yanıtladı. Hamza paşa camiinin ibadete açık olduğunu ama Mevlevilikten pek bir şey kalmadığını da ekledi.


O eski yediyüz yıllık Türk kahvesi.  Hayattan önce yaşadığımız o muazzam sessiz belirsizlikle, ölümden sonraki o büyük sessizlik arasındaki bir köprü gibiydi. İnsan bu hayatın göz açıp kapayıncaya kadar yaşandığını anlıyordu. Babasının getirdiği Mevlana tabakları, dedesinin kahvenin duvarına astığı lambalar, izleyeni bir anda yüz yıl geriye götürüveriyordu. Kahvenin giriş kapısının önündeki mermer eşiğin ortası yüzyılların yorgunluğunu gösterircesine çukurlaşmıştı. Kırılan mavi ve kırmızı camların bile yetmiş yıldan eski olduğunu söylüyordu kahveci.


Bu dünya bir pencereydi. Bu dünya bir yolculuktu. Bu dünya bu kahve gibi bir köprüydü. Köprü üzerine ev yapabilir miydi insan. Köprüye yerleşebilir miydi?.  Sonsuza kadar kahvede, kahveci ile sohbet edebilir miydiniz?.

Kahveci ile helalleşip yola çıktım. Asıl olan menzile varmak değil yolda olmaktı. Bizim “büyük üstadımız” yolda neyi aradıysak, onu bir kahvehane duvarında bize buldurmuştu.

Bir daha yol, yolcuyu çağırana dek aşk olsun..


28 Temmuz 2011 Perşembe

Mevlana Sevgisi

Ayaklarının altı su toplamıştı. Sargı bezi ile sardığı ayaklarının altındaki yaraya aldırmadan yeniden kalktı toparlandı, ellerini iki yana düzenli bir şekilde açarak sema yapmaya çalışarak evrendeki her şey gibi o da dönmeye başladı.

Sonra kendi getirdiği çarşafını tekrar yere serdi, ayaklarının sargılarını değiştirdi. Sırt çantasını yastık yaparak uyumaya çalışırken hemen ötede sema yapan semazenlerin ayak vuruşları ve yayılan ilahi müziğin gönlünde yarattığı mutluluk ile uyuya kaldı.

Üç yıl önce Yalova’nın Gökçedere kaplıcaları mevkiinde, Mehmet Rasim Mutlu kültür merkezi tarafından başlatılan kırk gün kırk gece sema gösterisi ve eğitimlerine dünyanın birçok ülkesinden Mevleviliğe gönül vermiş insanlar katılıyor. Din, dil, ırk ayrımı ortadan kalkarak hepsi birbirine sevgi ve hoşgörü ile bakmanın tadına varıyorlar.

Türkiye’de Mevleviliğin bir okulu ve öğreticisi olmamasına rağmen Mevleviliğe gönül veren yerli ve yabancı bir çok insanın toplandığı bu tür merkezler, dernekler giderek çoğalıyor.

Günde ortalama sekiz bin kişinin ziyaret ettiği Konya Mevlana Kültür Müzesinin aşırı ziyaretçi sayısı yüzünden yıpranmaya başladığını ve randevulu ziyaret sistemine geçilmesi gerektiği ifade ediliyor. Mevlana sevgisi sınır tanımıyor ve insanlar akın akın Konya’ya geliyor.

Dünyanın sevgiye, dinler arası hoşgörüye ve anlayışa susadığı bir dönemde, Hz. Mevlana'nın tüm insanlığa inanç, mezhep ve ırk gözetmeksizin sunduğu evrensel mesajını bugün giderek büyüyen bir sevgi ve hoşgörü abidesi olarak gönüllerde hissediyoruz.

Mevlevilik çoktan ülke sınırlarını aşarak küresel bir sevgi denizi haline geldi. Mevleviliğe gönül verdiği için kurulan dernekler, topluluklar Hz. Mevlana’nın görüş ve düşüncelerini kendi dünya görüşleri ile de birleştirerek yeni katılanlara aktarıyorlar. Zaman içinde meydana gelen yanlışlar ve anlayış farklılıkları Hz. Mevlana’nın öğrettiği insan sevgisi ve hoşgörü içinde düzeliveriyor.  

Biri dışında Hz. Mevlana’yı sevenlerin çok üzüldüğü birçok olay gün geçtikçe düzeliyor. Üzerinde Hz. Mevlana’nın veya Yeşil Kubbe olarak da bilinen Kubbe-i Hadra'nın resmi bulunan birçok gereksiz hediyelik eşyadan bu resimler kaldırılıyor.

Mevleviliğin ayrılmaz bir parçası olan ve değiştirilemez bir kurallar zinciri içinde yapılması gereken sema ayini şerifi kemale doğru manevi bir yolculuğu temsil eder.
Semazenlerin giydikleri beyaz elbiselere "tennure" adi verilir. Teni nurlandıran elbise anlamına da gelen tennure manevi anlamda ise kefene sembolize eder.
.
Sembolik anlamda semazen manevi olarak nefsini öldürerek ruhuyla dirilme yoluna girmiştir. Sema’ya başlarken ellerini çapraz olarak omuzlarında birleştirir. Bu Allah'ın "bir" oluşunu ifade eder. Sol omuzlarına bakarlar, çünkü kalp soldadır. Semazenler her donüşlerinde Allah adını bir kez zikrederler. Ayaklarını her kaldırışta "AL", her indirişte ise "LAH" derler. İçten gelir; kalbin sesidir. Ellerin duruşu sağ el açık, sol el kapalı şeklindedir.  Bu da Hakk'tan alıp halka vermek anlamının da ötesinde sağ elin açık olması Allah'ın merhametini dilediğini, sol elin ise kapalı olması onun gazabından korkmasını simgeler. 

Bu kadar kutsal bir ayinin yıllardan beri uygulanan kurallarının dışına çıkılarak, sema gösterisi adı altında yapılan bazı gösterilerin Mevlevilikle hiç ilgisi olmayan uygunsuz yer ve koşullarda yapıldığını üzülerek izliyoruz. Üzerlerine tennure ve keçe külah olan birkaç kişinin kaydedilmiş müzik ile yaptığı dönme hareketinin Mevlana’ya mal edilmesi ve bunun sema olarak tanıtılarak kişisel kazanç elde edilmesi, sonuçta hepimize zarar vermeye devam ediyor.

Bunun “bazı kişilerin ekmek parası kazanması” biçiminde sunularak hoşgörü beklenmesi, hoşgörü ve tahammül kavramları arasındaki farkı ortaya koymaktadır. Sonsuz Mevlevi hoşgörüsü ile duruma zorla katlanılabilen ve bir sınırı olan tahammül kavramı birbirine karıştırılmamalıdır. 

Mevlevilik tarihini inceleyenler çok iyi bileceklerdir ki, Mevlevilik, kendi üyelerini her gün imtihandan geçenin bile hissetmediği bir uzun çile dönemi ile yetiştirir. Mevlevilikte hoşgörü sonsuz gibi görünse de, bütün yapılan uyarılara rağmen dergahın tertip ve düzenine uymayanlara verilen cezalar da vardı.

Mevlevilik konusunda halen yolumuza ışık saçan Abdulbaki Gölpınarlı ustamızın “Mevlevi Adap ve Erkanı” adlı eserinde bu tür cezalar şöyle anlatılır.

Ser-pa Etmek : Bir kusur dolayısıyla Mevlevinin sikkesini almak, başparmaklarını uçları dışarı çevirerek seyahat vermek, yani bir müddet dergahtan ve yoldan uzaklaştırmak.

Seyyah Vermek : Kendisine seyahat verilen bir kişinin sikkesi alınmamışsa ser-pa edilmemiş yalnızca o dergahtan uzaklaştırılmış olur. Başparmakları çevrilir ve hırkası omzuna konur ve eşiği öpüp arkasını dönmeden çıkar.

Kuşkusuz, Ser-pa edilerek Mevlevilik yolundan çıkartılan kişilerin geriye dönmeleri de mümkündü. Bir müddet sonra yollanan kişi birisini aracı edip dergahın aşçıbaşısına başvururdu. Münasip görülürse kusurunun cezası verilerek sikkesi ve hırkası yeniden verilir, tekbir edilir ve yolsuzluktan kurtulurdu.

Bugüne kadar Mevlevi araştırmacıların en çok merak ettiği hususlardan biri de bu tür cezaları alanların, özellikle Konya’daki dergahın hangi kapısından çıkarıldığı idi. Dervişan, Çelebiyan ve Hamuşan ve Türbe kapısından başka bir kapı da yoktu. Ancak 1991 yılında Konya Mevlana Müzesinde dergahın dış duvarlarının onarım  çalışmaları sırasında bir kapı daha ortaya çıktı. Konu ile ilgili bilgisine başvurulan Mevlana’nın 21. kuşaktan evladı rahmetli Celalettin Çelebi,  dergahın eski planlarında “Pir kapısı” olarak bilinen kapının gerçek isminin “Küstahan Kapısı olduğunu söyler ve nedenini de şöyle izah eder:  "Hatalar zincirine devam eden ve bu nedenle Dergâhtan uzaklaştırma cezası atan dervişler, akşam ezanından sonra bu kapıdan çıkartılırdı. Bu nedenle bu kapıya, ‘Küstahan Kapısı’ adı verilmiştir". Küstahan Kapısının 1991 yılında tesadüfen ortaya çıkması akıllara bir soruyu daha getirdi. Acaba ne zaman ve niçin kapatıldı? Belki de Mevleviliğin bir dergah sistemi olmaktan çıkması, çile çekerek yetişmenin ortadan kalkması ile yetişirken hata yapanları ve onların çıkacağı bir kapının da varlığını ortadan kaldırdı diye de düşünmek mümkün. Ama bugün açık olan Küstahan Kapısı, Mevlevilik yolunda yetişmeye çalışanların hata yaptıkları takdirde uyarıldıklarını, başka dergahlara seyahate çıkarıldıkları ve nihayet ser-pa edilerek uzaklaştırıldıklarını halen bizlere anlatan önemli bir sembol aslında.

Ayaklarının altı su toplayarak semaya devam eden bir yabancı bile sema’nın içindeki manevi anlamları iyi bilmektedir. Zaten çok iyi bildiği için de “yabancı” değildir artık. Gelmiştir, bizdendir. Ama semanın anlamını bile bile bu anlamları göz ardı ederek düğünde, şenlikte, yabancı turistlere gösteri diye iki semazenin ortada dönmesi sema değildir. Yapanlarında yaptıranlarında seyredenlerin de sorumlulukları vardır. Sema gösterisini daha önce görmeyen bir yabancının bu gösteriyi izlemesi ile edineceği anlam ruhsal olmaktan uzaklaşacak ve birkaç kare tennure fotoğrafından öteye bir iz bırakmayacaktır.

Bugün ne hata yapanı uyaran bir makam, ne cezalar ne de kimse görmesin diye akşam ezanında küstahlar kapısından geçirilerek uzaklaştırılanlar kaldı.  Ama Allahın bir hikmeti olacak ki, küstahan kapısı yeniden ortaya çıkıverdi. Bir vicdan ve ahlak abidesi olmanın da ötesinde tekrar dönüşler için bir hoşgörü kapısı olmayı halen sürdürüyor. .

Hz.Mevlana sevgisi ve onun ölümünden sonra gelişen Mevlevilik ise onu sevip sayanların Allah ve İnsan sevgisine, edep ve törelerimize emanet edildi. Yani hepimize.